29 Temmuz 2010 Perşembe

Mavi Marmara Yolcuları Ölüme mi Gittiler İnsani Yardım Götürmeye mi?

İHH İzlenimleri yazımı bitirirken bahsettiğim Zehra hanımla söyleşimizi sizlere aktarmak istiyorum. Kurum gezisi sayesinde röportajın teknik sorular kısmı cevaplanmış oldu zaten. Geriye sormam gereken en önemli soru kalmıştı Zehra hanıma. Mavi Marmara'da saldırıyı birebir yaşayanlardan biriydi. Gemide yaşadıklarını kendi penceresinden anlatmasını istedim. Neler hissetti, neler yaşadı? Bir de asıl kafamı kurcalayan soruyu sordum. Neden ölüm bu kadar kutsandı bu yolculukta? Mavi Marmara, sanki ihtiyacı olan insanlara yardım götüren bir gemi değil de şehit olmak isteyenlerin koşa koşa ölüme gittiği bir gemiydi. Beni özellikle çok rahatsız eden bu ölümün kutsanması ile ilgili ne düşündüğü sorusunu da cevaplamasını istedim gemideki yaşadıklarını anlatırken. Ve cevabını olduğu gibi kendi ifadeleriyle aktarıyorum sizlere:

"Saldırı anında ölmekten değil, yakınlarımı, arkadaşlarımı kaybetmekten korktum. Ölüm, eninde sonunda bizi bulacak, bu orada da olabilirdi. Ancak biz ölmeye gitmedik. Biz düğüne gider gibi yola çıktık. Oyuncaklar, çikolatalar aldık. Gazze'deki çocuklarla, kadınlarla olmak onların yanında olmak için yola çıktık. Bir arkadaşım o yolculuğu en iyi şekilde görüntüleyebilmek, en iyi anları yakalayabilmek için 3000 TL'lık bir fotoğraf makinesi aldı yolculuktan önce. Çünkü bu çok değerli bir yoldu ve hiç bir anını kaçırmamalıydık. Akdeniz'de, açık denizde, masmavi denizde, o güzel Akdeniz ikliminde, 36 ülkeden yüzlerce insanla tanışmak, sadece yardım için bir araya gelmiş olmak müthişti.
Evet düğüne gider gibi çıkmıştık. Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlısı ile gençlisi ile yoldaydık. Böyle bir müdahaleyi kesinlikle beklemiyordum. İsrail'in bizi engellemek isteyeceğini düşünüyordum. Ancak bunu nasıl yapar diye düşündüğümde, en fazla botlarla etrafımızı sarabilecekleri, bizi bir kıyıya çekip oradan ülkemize geri döndürecekleri ihtimali aklıma geliyordu. Diğer ihtimalse Gazze'ye ulaşmaktı.
31 Mayıs sabahı uyanıp namazımı kıldım. Sonra kaldığımız salona inen görevliler acilen hemşireleri yukarı çıkardılar. Neler olduğunu bilmiyordum ancak anladığım kadarıyla yukarıda yaralılar vardı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Nasıl olur da gemideki insanlar yaralanabilirdi? Bu soruların cevabını kısa bir süre sonra yukarı çıkarıldığımızda yerde 4 cansız beden ve onlarca yaralı olduğunu, geminin tepeden tırnağa donanımlı İsrail askerleri ile dolduğunu görünce fazlasıyla öğrenmiş oldum.
Artık geminin bir önceki günkü gemi ile alakası yoktu. Mavi Marmara gitmişti. Bu gemi başka bir gemiydi...
Ellerimiz kelepçeli bir şekilde güverteye çıkarıldık. Sonra oturtulduk. Aklımda onlarca soru vardı. Bu askerler gemiye nasıl geldiler? Gerçekten yerde gördüğüm cansız bedenler bir gün önce görüştüğümüz insanlar mıydı? Bir gün önce video kaydını aldığım Cevdet Bey yerde yatan cansız beden miydi gerçekten? Nasıl öldürüldüler Allah'ım? Arkadaşlarımız nasıl bu şekilde yaralandı? Bu askerler nerden geldiler? Neden bu kadar çok silahları var ve neden bize azılı terörist gibi muamele ediyorlar? Neden ellerimiz kelepçeli?
Güverteye çıkarılğımda bir an Guantanamo'da olduğumu düşündüm. Benden önce çıkarılan yolcular elleri arkadan kelepçeli bir şekilde dizleri üstünde ıslak zemine oturtulmuşlardı. Yerde kelepçeli siviller başlarında tepeden tırnağa silahlı askerler. Ve bu bizim yardım gemimiz... Zemini kanlara bulanan yardım gemimiz. O an duyduğum kan kokusu halen burnumda...
Güverteye çıkınca bir banka oturtuldum. Bayan olduğum için yere değil banka oturttular. Kelepçemi açtılar. Anı anlamaya çalışıyordum. Geminin etrafında onlarca bot, fırkateynler vardı. Bu ancak bir savaş filminde olabilirdi. Bir insani yardım organizasyonunun bir savaş donanması ile karşılanması, silah kullanılması, insanların öldürülmesi, beynim tüm hücreleri ile reddediyor, böyle bir şey olamaz, olmamalı... Ben bunları düşünürken ofis arkadaşım Zeliha elleri kelepçeli bir şekilde karşıda gözüktü. Onu gördüğüme o kadar sevindim ki. Baktım yanıma geldi, yanıma oturtuldu. Zeliha'nın yanıma gelmesi ilaç gibi geldi.
Zeliha ile yan yanayız. Alt kattaki herkesin elleri kelepçeleniyor ve teker teker yukarı çıkarılıyorlar. Yanımızdan geçiriliyorlar. O anki yaşadığım duyguyu asla unutamam. Merdivenden yukarı çıkacak olan her kişiyi dört gözle bekliyorum. Çok şükür yaşıyor diyorum. Bir bakıyorum, Emrin, Mine, Gaye, Demet Hanım birer birer geliyorlar. Onları görmek çok mutlu ediyor. Peki ya erkekler? Bayanlara bir şey olmadığını zaten biliyorum, beraberdik, bayanlar saldırı anında alt kattaydılar biliyorum. Ya erkekler? Acaba aşağıda gördüklerimin dışında bir ölüm var mı? Yaralılar var mı? Neler yaşandı acaba Allah'ım? Gözlerim merdivenin ucunda. O an merdivenden çıkarken gördüğüm arkadaşlarım, büyüklerim, her gördüğüm kişi için çok şükür diyorum, çok şükür sağ. İsimler geçiyor aklımdan teker teker, aklımdan geçen her ismi karşımda görür görmez içim rahatlıyor. Zeliha'ya soruyorum kimleri gördün? Bazı isimler netleşiyor, yaşadıklarını öğreniyoruz. Peki diyorum Şükrü abi? Şükrü abi nerde? Bir tek onu görmedik. Güverteye hemen hemen herkes çıktı. Aşağıda kimse kalmış olmamalı. Ölü ve yaralılar da teker teker çıkarıldı, apar topar helikoptere üst kata taşındı. Aman Allah'ım Şükrü abiyi göremedik. Mine de yanımızda. Ona soruyorum. O da görmemiş. Dua ediyorum inş. ona bir şey olmamıştır, inşallah bir şey olmamıştır, Allah'ım sen onu ailesine bağışla..."

14 Temmuz 2010 Çarşamba

İHH İzlenimlerim

Mavi Marmara baskını ile tüm dünyanın gündemine oturan insanlar, gönüllülük ve gönüllü organizasyonlar üzerine tez yazmaya çalışan benim de gündemimde son birkaç haftadır. Haklarında yazılan çizilen tüm haberleri, yorumları takip ettim, videoları (internet sansürümüzün!!! izin verdiği ölçüde) izledim. Olayın ilk duygusal şokunu yaşıyorken bu insanları kahraman gibi görüyordum ancak o ilk şok geçmeye başladıkça kafamda da sorular oluşmaya ve o insanların “kahramanlıklarını” sorgulamaya başladım.

Öncelikle kimdi bu insanlar? Daha önceleri sadece bir yardım kuruluşu olarak bildiğim İHH (İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Derneği) tam olarak ne yapardı? İHH uluslar arası bir yardım kuruluşu mu yoksa aslında gizli ajandalı bir terörist organizasyon muydu? Neden ölüm riskinin bu kadar aşikar olduğu bu yolculuğa çıkmışlardı? Sadece “ölmek” ya da hem gemiden dönenlerin hem de yakınlarının röportajlarında sıkça dinlediğimiz gibi “şehadet şerbeti içmek” için mi çıkmışlardı bu yolculuğa? Neden ölümün adeta reklamı yapıldı, “zaten hep şehit olmak isterdi,” “keşke ben de gidip şehit olsaydım” cümleleri neredeyse sloganlaştı? Böyle bir yolculuğun önemli bir kısmını finanse edebilecek güçteyseler eğer neden Türkiye için yaptıkları yardımları hiç duymadım şimdiye kadar? Yeryüzünde tek savaş ve yoksulluk yaşanan yer Filistin değilken neden sadece Filistin vardı gündemlerinde?

Bu ve benzeri pek çok soruyu hepiniz biliyorsunuz zaten. Haftalardır o kadar çok tartışıldı ki. Bu soruların cevapları, bu organizasyonu ve gönüllülerini anlamam tezim için arayıp da bulamayacağım bir hazine gibi benim için. Bu nedenle elimden geldiğince takip etmeye çalıştım görsel ve yazılı basında ve internet medyasında çıkan haberleri. Sonunda da ikincil kaynaklardan topladığım bilgileri bir kenara bırakıp kendi yapacağım röportaj ve gözlemlerle kaynaklarımı zenginleştirmek istedim. İHH’nın web sitesinden telefon numaralarını bulup aradım. Gönüllüler ve gönüllü organizasyonlar üzerine bir tez yazmaya çalıştığımı söyleyip röportaj yapabileceğim dernek yetkilileri ve gönüllüler olup olmadığını sordum. Telefondaki hanım da beni derneğin Araştırma ve Yayınlar departmanında çalışan aynı zamanda da Mavi Marmara gemisiyle bu yolculuğa çıkmış bir gönüllü olan Zehra Hanıma bağladı. Çok memnun olduğunu anladığım bir ses tonuyla konuştu benimle ve Fatih’te bulunan merkezlerinde buluşmak üzere randevulaşarak kapattık telefonu.

2 gün sonra tüm not alma ve kayıt ekipmanlarım yanımda düştüm İHH yollarına. Tam sözleştiğimiz saatte çaldım Zehra Hanımın kapısını. Bu aralar benim gibi röportaj vb taleplerle görüştükleri çok insan olduğunu söylemişti telefonda. Ben de gereksiz yere vaktini almayayım, röportaj için daha geniş zaman kalsın diye hemen röportaja geçmenin daha doğru olacağını düşünüyordum bir yandan ama yine de bir şansımı deneyip aklımdan geçeni paylaştım. Tezim için kurumun işleyişini anlamamın da çok önemli olduğunu anlattım ve kurumu daha yakından tanımak için ne yapabileceğimi sordum. İşlerin yürütüldüğü birimlerden en azından kurum için en hayati olan bir kaçını görüp göremeyeceğimi, o birimlerin çalışanlarıyla birebir görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. Halka İlişkiler, Yetim Bürosu, Araştırma ve Yayınlar Departmanı, Muhasebe, Reklam, Bağış Kabul, Basın birimlerini ziyaret ettik. Birimlerin yetkilileri çalıştıkları departmanlarda neler yapıldığını ve işleyişlerinin nasıl olduğunu anlattılar. Röportaj öncesinde böyle bir kurum gezisi röportaj sırasında soracağım bazı teknik soruların da cevabı olmuş oldu. Ve Zehra Hanımla röportajımız sadece onun Mavi Marmara deneyimi üzerine odaklanmış bir söyleşiye dönüştü.

Bu kurum gezisi sırasında edindiğim bilgilere göre İHH:

1995 yılında Bosna Hersek Savaşı’ndan zarar gören insanlara yardım götürmek amacıyla ilk faaliyetlerine başlamış, ardından Kafkaslar ve Orta Doğu’nun da aynı desteğe ihtiyacı olduğunu düşünerek yardım çalışmalarını genişletmiş ve Türkiye, Orta Doğu, Avrupa, Afrika, Balkanlar, Amerika, Orta Asya, Güney Asya ve Kafkasya’da toplam 120 ülkeye yardım götüren uluslar arası bir yardım kuruluşu haline gelmiş. Bu yardım faaliyetleri nedeniyle de ECOSOC’nin (Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi) 1 Eylül 2009 tarihli raporunda (sayfa 30) Özel Danışman Statüsünde olan üyeler arasında adı geçiyor.

İHH’ya gelen yardımlar “ayni” ve “nakdi” yardım olarak ikiye ayrılıyor. Ayni yardım yapmak isteyenler hiç kullanılmamış olmak şartıyla giyim eşyası, kırtasiye malzemesi, ev araç gereci gibi akla gelebilecek pek çok malzemeyi kuruma getirip bu bölüme teslim ediyorlar. Ve bu yardımların tasarrufunu kurum yapıyor. Hangi bölgede hangi malzemeye ihtiyaç varsa ona göre bir dağılım yapılıyor. Nakdi yardımda ise farklı bir uygulama var. Bağış yapanlar para olarak yatırdıkları bağışın hangi ülkede ve hangi yardım faaliyetinde kullanılmasını istediğini belirtebiliyor. Bu istek not alınıp ilgili birime ulaştırılarak bu para kayıtlara geçiriliyor. Ya da bağış sahibi isterse bağışın tasarrufunu derneğe bırakıyor. Bağışlarla ilgili dikkatimi çeken bir nokta da şu oldu. Bağış sahibi yaptığı bağışın özellikle bir projede kullanılmasını istediği taktide o projenin bitiminde sıra dışı bir belge veriliyor kendisine. Yatırılan para, bağış yapan kişinin isteğiyle mesela Afrika’da bir su kuyusu açılması için kullanıldıysa, o su kuyusu açıldıktan sonra fotoğrafı çekilip üzerine de bağış yapanın isminin yazılı olduğu bir çerçeve yapılıyor ve “Ayşe hanımın/Ahmet beyin yaptığı bağışlarla açılan Afrika’nın X şehrindeki su kuyusu” yazılarak ulaştırılıyor bağış sahibine. İnsanların yaptıkları yardımlarının ve bağışlarının boşa gitmediğini, gerçekten istedikleri yerde ve istedikleri şekilde tasarruf edildiğini bu şekilde görmeleri bağışçılar ve dernek arasında çok sağlam bir güven ilişkisi inşa ediyor böylece. Tabii şunu da eklemek lazım ki bu belge su kuyusu, okul, cami, eğitim merkezi gibi kalıcı projeler için veriliyor. 10 lira bağış yaptırana veya kırtasiye seti gönderene böyle bir geri dönüş yapılamıyor.

İHH bu projelerin gerçekleşmesinde “donor” denilen bağışçılar ya da sponsorlarla “partner” denilen yerel sivil toplum örgütleri arasındaki köprü olarak görüyor kendisini. Gerçi köprü demek çok da doğru olmaz çünkü sadece birinden aldığını diğerine iletmekten ibaret değil yaptığı şey. Bir ülkede sağlık, eğitim ya da sosyal amaçlı bir proje yapmak istediğinde öncelikle ilgili ihtiyacın olduğu bölgedeki bir sivil toplum kuruluşundan yani “partner” kuruluştan bölgedeki ihtiyacın ne olduğu, bu ihtiyacın nasıl giderilebileceği, dikkat edilmesi gereken hususların neler olduğu gibi soruların cevaplarını içerecek bir rapor istiyor İHH. Gelen bu raporu değerlendiriyor, nasıl bir çözüm üretilmesi gerektiğiyle ilgili bir proje geliştiriyor ve bunu bağışçı ya da sponsor adını verdikleri “donor” kişi ve kurumlarla paylaşıyor. Gerekli finansmanı bu donorlerin desteğiyle sağlıyor. Sonra tekrar “partner” dedikleri yerel sivil toplum örgütüyle irtibata geçiyor, onunla ürettiği projesini paylaşıyor ve anlaşmaları halinde o partner sivil toplum kuruluşunun desteğiyle projesini gerçekleştiriyor. Proje bitiminde özellikle o proje için bağış yapmış olan insanlara yukarıda bahsettiğim belgeyi hazırlayıp gönderiyor. Bu yardım faaliyetleri okul, yetimhane, cami inşası, su kuyusu açılması, katarakt ameliyatı gibi her hangi bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olabiliyor.

Tüm bu faaliyetlerde gönüllülere çok ihtiyaç duyuyorlar. Bu gönüllülük nakdi ya da ayni yardımdan, bir projenin yürütülmesinde gidip o bölgede çalışmaya kadar geniş bir yelpazede yer alıyor. Yardım etmek isteyen gönüllünün kişisel bilgi ve becerileri, mesleği, hangi alanda ve ne kadar yardım edebileceği, neler yapabileceği ile ilgili soruların olduğu bir form doldurup kurum yetkililerine iletmesi gerekiyor. Afrika’da bir katarakt ameliyatı projesi için afiş dağıtmaktan yardım toplamaya, tıbbi malzeme temininden –göz doktoru bir gönüllüyse— gidip ücretsiz muayene, tedavi, gerekirse ameliyat yapmaya kadar geniş bir gönüllü ihtiyacı mevcut.

En ilgimi çeken departmanlardan biri de Yetim departmanı oldu. Hazırladıkları rapora göre 2008 yılında Türkiye dahil olmak üzere 14 ülkede 5.169 yetime düzenli aylık nakdi yardım; 2009 yılında da 23 ülkede düzenli aylık nakdi yardım, 65 ülkede dönemsel yardım, Türkiye’de 15 ilde düzenli aylık nakdi yardım ve 64 ilde dönemsel yardım yapmışlar. 2009 yılında düzenli aylık nakdi yardım yaptıkları yetimlerin sayısı ise 15.149’e ulaşmış. İHH’nın web sitesinden “Sponsor aile olun, yetimlere sahip çıkın” sloganıyla dünya üzerinde savaşlar, doğal afetler, yokluklar ve sağlık problemleri nedeniyle her gün binlerce çoçuğun yetim kaldığına dikkat çekiyor ve yardımseverleri onlara sahip çıkmaya çağırıyorlar.

Tüm bunlar tabiî ki oldukça etkileyici yardım faaliyetleri ancak neden Türkiye’de de onca yetim kalan çocuk, yardıma muhtaç insan varken bu kadar yurtdışı odaklı çalıştıklarını sordum. Bunun en önemli nedenlerinden birinin sponsor olmak isteyen insanların talepleri olduğunu söylediler. Bir yetime sponsor olmak için doldurulan talep formunda sponsor olacak kişi tıpkı diğer bağışlarda olduğu gibi Açe’den, Irak’tan, Filistin’den, Türkiye’den gibi özel isteklerini belirtebiliyor. Böylece bu taleplere göre şekilleniyor İHH’nın yardımları. Bir diğer neden olarak da ülkelerarası ekonomik farklıları dile getirdiler. Türkiye’de bir okul ya da yetimhane inşa edilebilecek parayla Afrika’da ya da diğer ülkelerde çok sayıda okul ya da yetimhane inşa edilebileceğini ve böylece daha fazla insana ulaşılabileceğini söylediler. Bir de İHH’nın Bosna Hersek savaşı mağdurlarına yardım etmek gibi bir çıkış noktası olduğu için sonraki faaliyetleri de bu paralelde gelişmiş ve sonuçta hali hazırda 120 ülkeye yardım götüren bir yardım kuruluşu olmuş.

Zehra Hanımın da çalışanı olduğu Araştırma ve Yayınlar departmanı üç aylık bir dergi yayınlıyor. İHH’nın tüm projelerini, yaptığı yardımları bir nevi raporluyorlar bu dergi ile. Aynı zamanda konferans, panel gibi toplantıların da notları ve ilgili haberler de yayınlanıyor.

Dernek bağışların resmi kayıtlarıyla ilgili çok titiz çalışıyor. Yapılan her yardımın makbuzunu, her proje için Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İl Dernekler Genel Müdürlüğü’nden alınan izinleri, yazışmaları arşivliyorlar ve bunlarla ilgili sorusu olan ve bu belgeleri görmek isteyen her bağış sahibine dilediği belgeleri gösteriyorlar.

Bir Mavi Marmara tanığıyla röportaj yapmak üzere gidip İHH kurum gezisine dönen ziyaretimin izlenimleri bunlar. Her ne kadar siyasi ve dini görüş ayrılıklarımız olsa da yapılan tüm bu insani yardımları ve bunların gönüllülerini görmezden gelemezdim. Temiz içme suyuna ve gün ışığa kavuşturulan yüzlerce Afrikalı, sahip çıkılan binlerce yetim, gıda ve tıbbi malzeme yardımı yapılan binlerce Filistinli için tüm bu yardımları ve nasıl yapıldıklarını yazmam gerektiğini düşündüm.

Ziyaretlerimizin ardından daha çok söyleşi halini alan Zehra Hanımla röportajımı da başka bir yazıya bıraktım.

Aktivizmin Gazze Suları

The Jordan Times, Ürdün’de İngilizce yayınlanan günlük bir gazete. Gazetede bugün yayınlanan “İsrail, Lübnan’ın Gazze’ye yardım girişimi üzerinden Birleşmiş Milletleri uyarıyor” başlıklı makalesinde (http://bit.ly/cI7yqI) İsrail’in ambargoyu delmeye yönelik her türlü girişimi şüpheli karşıladığını ve tüm bu girişimleri önlemek için gerekirse “her türlü gücü” kullanacaklarını ilan ettiklerini yazıyor. Hatta bu beyanlarının kuru bir tehdit olmadığını resmi makamlara dayandırdıkları açıklamalarla destekliyorlar. Büyükelçi Gabriella Shalev’in Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’a yazdığı bir mektupta İsraili’in tüm bu yardım girişimlerinin Hizbullah bağlantılı olabileceğinden şüphelendiğini belirterek İsrail bundan sonraki yardım gemilerine uygulayacağı herhangi bir şiddetin savunmasını şimdiden hazırlamış oluyor. Bu iş artık dünyanın dört bir yanından Gazze’deki ambargonbun kalkması için girişimlerde bulunan aktivistlerle İsrail devleti arasındaki bir inatlaşmaya doğru gitmeye başlıyor sanki. İsrail her fırsatta şüpheli gördüğü herkese her çeşit şiddeti uygulayabileceğini bu kadar ayan beyan duyuruyorken gözü kara bu yolcuğa çıkma kararı aktivistler arasında sorgusuz sualsiz yapılacak tek yardım yolu gibi görülmekten vazgeçilmeli. Mavi Marmara zaten Gazze’deki ambargoya ve Filistin’de yaşanan insanlık dramına tüm dünyanın dikkatini çekmeyi ve bu konuda gerekli kamuoyu desteği kazanmayı başardı. Bundan sonraki adım artık sivil insiyatifler tarafından değil devletler düzeyinde atılmalı ve İsrail’e hukuki yaptırım yolları üzerinde kafa yormalı İsrail’in uyguladığı ambargodan rahatsız olan sivil ve resmi makamlar.

1 Temmuz 2010 Perşembe

“Hızır idi Yunus idi”

Erzurum’da yapılan kazılar sonucunda ulaşılan toplu mezarları düşünüyorum. Bulunan kemikler üzerinde henüz hiçbir inceleme yapılmadan ölenlerin hepsinin Türk ve Müslüman olduğu ve Ermeniler’in nasıl da acımasızca Türkleri katlettiği şeklinde yayınlar yapıldı haber kanallarında. Neyi kanıtlamış olduk peki bu mezarları bulmakla? Ermenilerin Türkleri öldürdüğü daha önce bilinmiyor değildi ki. Ermeniler Türkleri, Türkler Ermenileri öldürdü. Çocukların misketlerini yarıştırır gibi hangi taraftan daha çok kayıp verildiğinin sayılar üzerinden tartışmasını yapmak neyi değiştirir? Kaç kişiyi geri getirir? Ya da sayıca daha fazla öldürülen tarafın karşı tarafta işlediği cinayetleri haklı mı kılar? Ayrıca tehcir yollarında verdikleri kayıpların toplu mezarlarına hiçbir zaman ulaşamayacak olan Ermeniler nasıl ispatlayacaklar tek kayıp verdiren tarafın kendileri olmadığını? Velhasıl hepimizin bildiği Sütkardeşler filmindeki “Hızır idi Yunus idi” çıkmazında sürer gider bu atışma kıyamete kadar. O klişe söylemle, daha ne kadar “tarihin tozlu sayfalarında” arayacaksınız çözümü?

p.s. bu arada anmışken bir kere daha izlemeden geçemedim: http://www.vindir.org/hizir-idi-yunus-idi-32655.html :))

Yağmur

Yaz ortasında havadaki bu grilik, bu yağmur, bu serinlik… Baharın coşkun ruhhaline kısa bi mola…

Seviyorum yaz yağmurunu